ANKARA - Kürt sorununun tarihsel arka planı ve çözüm çabalarını değerlendiren Prof. Dr. Mesut Yeğen, “Öcalan, 50 yıllık bu meselenin merkezindeki isim. Hikayeyi ondan dinlemek komisyon açısından önemli olacaktır” dedi.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı ile başlayan süreç Meclis’te kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun çalışmalarıyla devam ediyor. Kürt sorununun tarihsel arka planı, günümüze uzanan süreci ve çözüm yollarına ilişkin sosyolog Prof. Dr. Mesut Yeğen sorularımızı cevapladı. Aynı zamanda DEM Parti'nin Meclis komisyonunda dinlenmesini önerdiği isimlerden Yeğen, Abdullah Öcalan'ın 50 yıllık meselenin merkezinde bir isim olduğuna dikkat çekerek, "Hikayeyi ondan dinlemek, neden başladığını ve nasıl bu noktaya geldiğini anlamak komisyon için önemli olacaktır” dedi.
Kürt meselesinin tarihsel arka planında neler var?
Tabii ki tarihsel boyutu olan bir mesele Kürt meselesi. Geniş bir tarihsel arka planı var. Ancak, meselenin bugün karşımıza bu biçimde ve bu hacimde çıkmasına yol açan iki büyük an tespit edebiliriz. Birincisi, Osmanlı merkezileşmesi. Somutlaştırmak gerekirse, Tanzimat. İkincisi ise Türkiye'nin bir ulus-devlete dönüşümü. Bunu da 1918 ile 1923 arasındaki zaman dilimini esas alarak konuşabiliriz, ama illa sembolleştirmek gerekirse, 1923 diyebiliriz. Bu iki moment, Kürtler açısından kritik öneme sahip. İlk momentte Kürtlerin yaklaşık 300 yıl boyunca Osmanlı Devleti ile yaşadıkları gevşek tabiiyet ilişkisi merkezileşme, modernleşme ve Tanzimat reformlarıyla sona erdi ve Kürtlerden İstanbul’a doğrudan tabi olmaları beklendi. İkinci momentte ise Kürtlerin bağlı bulundukları devlet, bir ulus-devleti olarak örgütlenmeye başladı ve herkesin Türkleşmesi istendi.
Yani Kürtlerin Kürt olarak yaşaması bir sorun haline mi geldi?
Kürtler açısından önemli olan iki şey birden ortadan kalktı. Birincisi, dediğim gibi, tabi oldukları merkezle yaşadıkları gevşek ilişki, ikincisi de, merkez tarafından dert edilmeyen ya da tanınan kimliklerinin artık dert edilmeye başlanması ya da kimliklerinin tanınmamaya başlaması. Dolayısıyla Kürt meselesinin arkasında, ilk olarak, Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın, Osmanlı Kürdistan'ının Osmanlı Devleti'nin doğrudan egemenliği altına girmesi, ya da Osmanlıların daha önce dolaylı olan egemenliğini Kürtler üzerinde doğrudan bir egemenliğe çevirmek istemesi var. İkincisi de, daha önce, tabi oldukları devlet açısından Kürtlerin Kürt olarak yaşamasının sorun haline gelmesi.
Dolayısıyla Kürt meselesi nasıl ortaya çıktı diye sorusunun cevabı bu: Kürtlerin tabi olduğu devletin merkezi ve milli bir devlet olmaya başlaması meselenin arkasındaki esas faktör oldu. Kürtler merkezileşmeye ve Türkiye'nin bir ulus devlete dönüşmesine ilk andan, yani 19’uncu yüzyılın başından itibaren itiraz ettiler. Kürt meselesi dediğimiz şey de aslında bu itirazla birlikte başladı.
Kürtler devletin tutumlarına karşı hep bir direniş içerisinde oldu. Bu durum Kürtleri ve devleti nasıl etkiledi?
Kürtlerin direnci kendilerine önerileni değiştirmekte işe yaramadı ama Osmanlı ya da Türkiye devleti iki asırdır Kürt meselesiyle uğraşıyor. Yani, Türkiye Devleti ya da Osmanlı Devleti de Kürt meselesini çözememiş oldu.
Kürtlerin tabi oldukları devlet tarafından kendilerine önerilenlere itiraz etmelerini iki büyük dönem üzerinden değerlendirmek gerekir. Birincisi, demin söylediğim üzere, aşağı yukarı 19’uncu yüzyılın başında başlayıp neredeyse 1930'a kadar devam eden bir dönem. İkincisi de 1960'larla başlayıp günümüzde halen devam eden dönem. İlk dönemi de, Kürt mirlerinin kendilerine dayatılan merkeziyetçiliğe itirazını bir ayrı paket olarak değerlendirecek olursak, belki de Baban Beyliği'nin ayaklanmasından Botan Beyliği'nin ayaklanmasına kadar geçen dönemi kendi içerisinde ayrı bir dönem olarak değerlendirmek gerekir. Böyle bakacak olursak da, 1880'de Şeyh Ubeydullah ile başlayıp Ağrı Ayaklanmasıyla biten dönemi, bu ilk dönemin içinde ikinci alt dönem olarak değerlendirmek mümkün.
Kürtlerin Osmanlıya ve Türkiye devletine direnci neye yol açtı diye baktığımızda gördüğümüz ilk şey şu: Kürtler tabi oldukları sürecin akışını değiştirmedi. Sonuçta, Kürtlerin gücü Osmanlı'nın merkezileşme hamlesini geri çevirmeye de yetmedi, Türkiye'nin bir ulus devlet olarak kurulmasını engellemeye de. Bütün itiraza, bütün dirence rağmen, karşımıza çıkan merkezi bir ulus devlet oldu. Ve hatta kimi yorumcuya göre, Kürtlerin bu sert, kuvvetli itirazı Türkiye Cumhuriyeti'ni sürekli bir alarm halinde tuttu ve erkenden otoriterleşmesine sebep oldu. Bunlar çok katıldığım yorumlar değil ama Kürtlerin itirazı, dediğim üzere işin rengini değiştirmedi. Yani ana hikayeyi bozmadı. Ama öte yandan da Türkiye Devleti'ne, 'Bu sorun hep burada' dedirten bir seviyede ve kıvamda oldu.
Kürtlerin direnci kendilerine önerileni değiştirmekte işe yaramadı ama Osmanlı ya da Türkiye devleti iki asırdır Kürt meselesiyle uğraşıyor. Yani, Türkiye Devleti ya da Osmanlı Devleti de Kürt meselesini çözememiş oldu. Türkiye Devleti kafasının gerisinde hep 'Ben bu meseleyi çözemiyorum' türünden bir bilgiye sahip oldu.
Kürtlerin itirazı kendilerine önerileni değiştirmeye ya da engellemeye yetmedi lakin Kürtler bu itiraz ya da dirençleri üzerinden milletleştiler aslında. Diğer deyişle, Kürtler kimliklerini korumak üzere yaptıkları dirençle aslında kimliklerini de kurmuş oldular. Şunu söylemeye çalışıyorum: Hiç direnmemiş olsaydı Kürtler, büyük bir ihtimalle Kürt kimliği dediğimiz şey bir başka biçimde kurulacaktı. Oysa bugün, Türkiye’de yüzde 10'lara ulaşan bir desteğe sahip bir Kürt partisinden söz ediyorsak, hep canlı kalmış bir Kürt idealinden söz ediyorsak ya da ne bileyim işte Rojava'da olan, bugün buradaki Kürt’ü de ilgilendiriyorsa, ya da Irak Kürdistanı'nda olandan bugün buradaki bir Kürdü de heyecanlanıyorsa bu söz konusu itiraz yoluyla bir ortak kimliğin kurulmuş olmasıyla ilgili.
Kürt direnişleri içerisinde PKK'nin mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
PKK’yi Kürdistan’da ve Türkiye’de yaşanan büyük dönüşümün bir neticesi olarak görmek gerekir. 1950’den sonra özellikle Kürdistan’da eşitsizlik ilişkilerinin, sadece etnik eşitsizlikten söz etmiyorum, ağırlaşması PKK’ye yol açan diğer bir önemli sonuç diyebilirim.
PKK’yi, kendilerinin de zaman zaman söyledikleri üzere, bir sonuç olarak görmek gerekir. Birçok şeyin sonucu PKK. Sözünü ettiğim başarısız kalmış itirazların bir sonucu PKK. Birincisi, 1930’da tamamlanmış görünen bir ayaklanmalar serisinin yarattığı bir kısım siyasi sonucun sonucu ya da ürünü PKK. Şu türden bir siyasi sonuçtan söz ediyorum: Kürtler, aşağı yukarı 1800’den 1930’a kadar yaptıklarıyla, bu dönemde başvurdukları yollarla bir şey değiştiremediklerini idrak ettiler. Bu ayaklanmaların bir kısmının arkasında Azadi gibi, Kürdistan Teali Cemiyeti gibi modern örgütler olmakla birlikte, bütün bu isyanların arkasındaki Kürt enerjisi çok modern bir enerji değildi ve Kürtler modern olmayan araç ve yollarla modern bir devleti değiştirip, dönüştürmenin çok da mümkün olmadığını idrak ettiler. PKK ve öncesindeki Kürt sol örgütleri modern devlete karşı modern yollarla mücadele eden örgütler oldu. Bu da şu demek Kürt sol örgütlerini ve PKK’yi ortaya çıkaran ikinci dönemle birlikte tabi oldukları devletle Kürtler arasında bir zamandaşlık oluştu ya da öncesinde var olan zamandaş olmama hali ortadan kalktı. Dolayısıyla, PKK bu zamandaşlığın bir sonucu.
İkinci olarak PKK’yi Kürdistan’da ve Türkiye’de yaşanan büyük dönüşümün bir neticesi olarak görmek gerekir. 1950’den sonra özellikle Kürdistan’da eşitsizlik ilişkilerinin, sadece etnik eşitsizlikten söz etmiyorum, ağırlaşması PKK’ye yol açan diğer bir önemli sonuç diyebilirim. Öyle ki, PKK hem toplumsal eşitsizliklerin katmerlenmesinin hem de hem de etnik ya da kültürel eşitsizliklerin toplamından ortaya çıktı. PKK’yi bu kadar sert, kararlı ve etkili yapan da galiba bu iki büyük eşitsizliğin bir araya gelmesi ya da PKK’nin bu iki eşitsizliği aynı anda temsil etmesi oldu. Bu da PKK’yi hem bir sosyal hareket olarak hem de kültürel, ulusal ve etnik bir hareket olarak da görmek gerekir demek. Son Kürt isyanının öncekiler kadar kolay bastırılamamasının ya da PKK’nin diğer Kürt örgütlerinden daha dayanıklı çıkmasının arkasında bu iki eşitsizlik hattının çakışması olsa gerek.
Bu durum devleti dönüştürebildi mi?
70’lerden sonraki dönemin dönüştürücü olduğu açık. Yani epey uzun bir süre dönüşmeye direndiyse de devletin bir şekilde dönüştüğü açık. Ama öte yandan bu dönüşüm henüz bir netice üretmiştir de diyemeyiz. Turgut Özal’dan beri devlet, bir şekilde Kürt isyanını bilindik araçlarla, daha önce denediği araçlarla bastıramayacağını görmüş, idrak etmiş ve bunun için de kendini bir şekilde değiştirmesi gerektiğini kabul etmiş durumda. Ve fakat onun gereğini de yapmış değil. Dediğim üzere, Özal’dan beridir yapılan reform girişimleri var. 2000’lerde, özellikle Avrupa Birliği adaylığı çerçevesinde yapılan reformlar, Sonrasında da AK Parti iktidarında, 2009’dan başlayarak yapılan görüşmeler, müzakereler ve onun etrafında atılan birtakım adımlar var. Dolayısıyla, “devlet kurulduğu zamanki gibi” dememiz mümkün değil. Bir dönüşüm eğilimine girmiş durumda devlet. Ama bu dönüşüm öyle büyük ölçekli bir dönüşüm olmuş da değil.
Bugün de yüzde 10–12 oy almış Kürt partisinin lideri halen hapiste ya da siyasi faaliyeti cezalandırmaktan başka bir işe yaramayan Terörle Mücadele Kanunu yürürlükte vs. Dolayısıyla, bir dönüşüm söz konusu ama meselenin ebadına, hacmine uygun bir dönüşüm tabii ki söz konusu değil.
Ama devletler de zaten öyle bir günde, bir anda dönüşmezler, hatta genellikle dönüşmeye direnç gösterirler. Türkiye Devleti’nin de hikayesini iki taraflı okuyabiliriz: Yani bir yandan kısmen dönüşme ama esas olarak da büyük bir direnç hikayesi var ortada. Ortada yüz senedir, iki yüz senedir süren büyük bir mesele var. Ama bu mesele karşısında devletin yaptıkları, dediğim üzere, meselenin ebadıyla, hacmiyle çok uyumlu değil. Halen “Kürtçe eğitim dili olabilir mi”, “bir tür ademi merkeziyet Türkiye’de yönetimin daha etkin olmasını sağlar mı” gibi sıradan sorulara bile daha rahatlıkla “evet” diyemeyen bir devlet söz konusu.
Kürtlerin bu süreçten beklentileri neler? Devlet bu süreci nasıl değerlendiriyor?
Kürtlerin süreci ne olarak gördüğüne cevap vermek daha kolay. Sonuçta Kürtler, aşağı yukarı bir açıdan bakarsan 200 yıl, bir açıdan bakarsan cumhuriyetin kuruluşundan beri, benzer şeyler istiyorlar. Birincisi, kendilerini yönetmek istiyorlar. İkincisi de, kimliklerinin tanınmasını, kimliklerinin devam etmesini sağlayacak bir mevzuat istiyorlar. Yani kimliklerini tanıyan bir anayasa, kimliklerini devam ettirmelerini sağlayacak bir eğitim sistemi vs. istiyorlar. Süreçten anlaşılan, Kürtler açısından bu.
Ama Türkiye devleti açısından, “süreçten anlaşılan ne” sorusunu öyle kolaylıkla cevaplamak mümkün değil. Yani Türkiye devleti bu son çözüm sürecine “Kürtlerin haklarını, hukukunu tanıyalım”, Kürtlerle Türkler eşit, Kürtlerle Türkler kardeş olsun” diye girmedi. Esas olarak bölgesel vaziyet çok köklü biçimde değiştiği için, bir şekilde Kürtlerle kardeşleşmenin, Kürtlerin ‘karşılanabilecek’ taleplerini karşılamanın iyi olacağını düşündüğü için bu sürece girdi. Sürece Türkiye Devleti’ni teşvik eden esas olarak iç politik gelişmeler değil ya da bir takım normatif değişiklikler değil, bölgesel gelişmeler oldu. Hamas’ın İsrail’e saldırısından sonra eğer İran, İsrail’in başlattığı karşı şiddet kampanyasıyla Suriye ve Irak’tan ve Lübnan’dan uzaklaştırılmamış olsaydı, tahminim o ki, bugün bir çözüm sürecinin içerisinde olmazdık. Yani İran bölgeden def edildiği için ve Türkiye de Suriye ve Irak'ta Kürt meselesini daha önce İran’ın yardımıyla bir şekilde kontrol altında tuttuğu için ve İran bölgeden çekildikten sonra Suriye ve Irak'taki Kürt meselesini aynı biçimde kontrol edemeyeceğini idrak ettiği için bir şekilde Kürtlerle bir çözüm sürecine girmiş durumda.
Bu itibarla Türkiye devleti Kürt meselesine de sürece de jeopolitik bir perspektiften, daha çok güvenlik perspektifinden bakıyor. Hak, hukuk perspektifinden değil. Böyle olduğu için de süreç hem Kürtleri hem Türkleri memnun edecek bir şekilde neticelenir diyemiyoruz bugün gönül rahatlığıyla. Malum, halen temel bir takım yasaların değişip değişmeyeceğinden emin değiliz. Şu anda komisyon vesilesiyle konuşulan PKK’ye özel bir infaz kanunu çıkarmak, kendisini feshetmiş bir örgütün mensuplarını cezalandırmamanın, halen cezalandırılmakta olanları salıvermenin bir yolunu bulmak. En azından ilk etapta Terörle Mücadele Kanunu’nda bir değişiklik yapılması anladığım kadarıyla düşünülmüyor. Ama bunlar olmazsa, Kürt meselesinin PKK ile ilgili olmayan kısımlarında ne yapılacak anlaşılmıyor. Şunu söylemeye çalışıyorum Türkiye, meseleyi daha çok bir jeopolitik mesele olarak gördüğü için bu işe girmiş durumda. Bu da devletin işin esasına uygun reformlar yapmaya zihnen çok hazırlıklı olmadığı anlamına geliyor.
Kürt meselesinin çözülmemesi durumunda Kürtler, Türkler ve bölge için ne tür riskler ortaya çıkar?
Hem Türkiye devleti hem Kürt tarafı bu kez de başarılamazsa bizi bekleyenin, ortaya çıkması muhtemel risklerin büyüklüğünün farkında olduğundan, ilerleme olmazsa, anlaşma saplanamazsa da tarafların çözüm fikri etrafında kalacağını düşünüyorum. Kimsenin “çözemedik, o zaman eski duruma dönelim” diyeceğini zannetmiyorum. Nitekim, Kürt tarafından, PKK tarafından gelen açıklamalar ve atılan adımlar da bunu teyit ediyor. Sonuçta, PKK kendisini feshedip, silahlı mücadeleyi bitirdiğini açıkladı. Üstelik, bunları karşılığında bir şey almadan yaptı. Bu da tarafların çözüm olmazsa neler olabileceğinin farkında olduğunu gösteriyor.
Küresel ve bölgesel güçler mevcut sürece nasıl yaklaşıyor?
Bölgeye ve Kürt meselesine İsrail ve ABD ile bölgede etkili olmak isteyen Fransa ve Körfez ülkeleri açısından bunların tek derdi Kürt meselesi ve Türkiye değil. Sonuçta İran gibi büyük bir mesele var. İslamcılığın çeşitli varyantlarının bir daha canlanmayacak şekilde etkisiz kılınması gibi meseleleri var. İsrail'in güvenliğinin sağlanması gibi bir mesele var. Rusya'nın bir şekilde sınırlandırılması meselesi var. Diğer deyişle, bütün bu ülkeler Türkiye'ye tek başına, Kürtlerle ilişkisi ya da Kürtlerle birlikte olursa Türkiye’nin bölgede erişeceğiz güç üzerinden bakmıyorlar. Türkiye'nin Kürtlerle meselesini bir şekilde hallederek Batının ve İsrail'in bölgedeki çıkarlarını tehdit etmeyecek bir şekilde hareket etmesi, Batının da İsrail'in de arzuladığı esas sonuç olur. Demek istediğim, bu saydığım ülkeler Türkiye’nin Kürtlerle barış yapmasından, Kürt meselesini çözmesinden aman aman rahatsız olmaz. Ama şu doğru: Kimse Türkiye'nin Osmanlı Devleti gibi bölgede etkin olmasını da çok fazla istemez. Ama Türkiye’nin Kürtlerle kardeşleşmesi, çözüm süreci otomatik olarak bu sonucu yaratır mı, ondan çok emin değilim.
Türkiye'nin hem Rusya'ya karşı hem İran'a karşı bir şekilde Batı'nın yanında kalması ve hem İslamcılığı engellemek hem de İsrail'in güvenliğini sağlayacak bir güvenlik mimarisinin oluşmasına katkıda bulunması, Batının çok da arzuladığı işler olur. Şöyle bakmak çok doğru değil: İsrail ve Türkiye tümüyle ayrı kamplarda, çıkarları asla uzlaştırılamaz. İsrail Suriye Kürtlerini destekleyeceği yolunda işaretler veriyor ama bunu Kürtleri gerçekten desteklemekten çok Türkiye'yi belli sınırlara çekmek istediği için yapıyor diye görüyorum. Toparlayarak şöyle cevap vereyim: “İsrail, ABD, Körfez Türkiye’yle Kürtlerin barışmasını istemez” iddiası çok doğru görünmüyor.
Meclis’te Kürt sorununun çözümü için kurulan komisyonun önemi nedir?
AK Parti’ye kalsaydı, komisyon sadece PKK’nin silahsızlanmasını konuşacak bir komisyon olmalıydı. Ama orada da yine CHP’nin, DEM’in ve kısmen de MHP’nin verdiği destekle demokratikleşme konuları komisyonun kapsama alanına girdi.
Komisyonu kendi adıma çok önemsiyorum. Bu komisyon bugün çalışmıyor olabilirdi, malum. İktidarın istediği, bütün bir yazı komisyonsuz, bu meseleyi daha çok PKK’nin atacağı adımları bekleyerek geçirmek yolundaydı. Fakat gerek Cumhuriyet Halk Partisi’nin baskısı, gerek DEM’in baskısı, gerekse de MHP’nin bir şekilde AK Parti’yi herhalde ikna etmesi, bugünkü sonucu getirdi. Yani bugün bir komisyon varsa bu CHP’nin, DEM’in ve kısmen de MHP’nin AK Parti ya da Erdoğan çizgisine razı olmaması sayesinde. AK Parti’ye kalsaydı, komisyon sadece PKK’nin silahsızlanmasını konuşacak bir komisyon olmalıydı. Ama orada da yine CHP’nin, DEM’in ve kısmen de MHP’nin verdiği destekle hem silahsızlanma hem demokratikleşme konuları komisyonun kapsama alanına girdi. Komisyonun hem silahsızlanma meselesini hem de Kürt meselesini birlikte ele alan bir komisyon olarak TBMM’de çalışmaya başlamış olması önemli. Buna İYİ Parti’nin haricinde bütün partilerin katılmış olması da önemli. Ve yine bunun kadar önemli olan, Türkiye’de uzun zamandır bir şeylerin nasıl şekilleneceğine tek başına Erdoğan’ın ya da iktidarın karar vermediği bir sonuçla karşı karşıyayız. Bu da, zayıf da olsa, Türkiye’de siyasetin yeniden çalışmaya başladığını gösterdiği için önemli. Yani uzun zamandır ilk defa Meclis’in gündemini, Meclis’in neyi konuşacağını, neyi nasıl konuşacağını sadece Erdoğan ya da iktidar değil muhalefet partilerinin de tayin ettiği bir durumla karşı karşıyayız.
Kurulan komisyonun farklı kesimlerden kurumlarla ve kişilerle görüşüleceği belirtildi. Tabi birçok kesimin sürecin buraya kadar gelmesinin baş mimarı olan Abdullah Öcalan’ın da dinlenmesi talebi var. Komisyon Öcalan'ı dinlemeden sağlıklı ve doğru adımlar atabilir mi?
Öcalan’ın bu işin merkezinde olduğu açık. Zaten devlet de esas olarak Öcalan’la görüşerek bu işleri başlattı. O itibarla Öcalan’ın sürecin merkezinde durduğu açık. Böyle olduğu için de komisyonun bir şekilde Öcalan’la görüşmesi de yerinde olur. Çünkü eğer iktidara bırakılacak olursa, komisyonun daha teknik bir komisyon olması isteniyor. Oysa komisyon, Öcalan başta olmak üzere meselenin taraflarıyla görüşürse, bu görüşmelere bir kıymet verirse, meselenin ne kadar kapsamlı olduğunu, 200 yıllık bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu, dolayısıyla içinde büyük adımlar atılması gerektiğini daha kolay idrak edebilir. Bir de Öcalan bütün bu 50 senelik meselenin merkezinde bir isim. Ondan bütün bu işin hikayesini duymak, yani niye bu işler başladı ve nasıl bu aşamalara geldi, bu noktalara geldi, bu kadar büyüdü, bunları birinci ağızdan duymak komisyon açısından da yerinde olacaktır. O itibarla komisyondakilerin Öcalan’la yüz yüze görüşmesinin faydası olur diye düşünüyorum.
PKK’lilerin ve genel anlamda Kürtlerin Türkiye siyasetine demokratik bir şekilde entegre olabilmesi için hangi adımlar atılmalıdır?
Bunlar çok konuşuldu. Yasal düzenlemelerden anayasa değişikliğine kadar giden bir sürü şey var. Ancak 2015’ten sonra sadece siyaset yaptıkları için hapse atılan siyasilerin, belediye başkanlarının salıverilmesiyle işe başlamak iyi olabilir. Ki, bunun için malum bir hukuki düzenleme yapmaya bile gerek yok. Mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına, AİHM kararlarına uyması yeterli ve niye uymadıklarını ve nasıl uyacaklarını da biliyoruz. İktidar “bırakılabilirler” dediği anda siyasilerin ve belediye başkanlarının bırakılması hemen gerçekleşebilir. Yaratacağı psikolojik etki önemli olacağı için, süreçte bir şeyler olacak izlenimi vereceği için bununla başlamak iyi olur diye düşünüyorum.
Bunun haricinde tabii öncelikle TMK, Türk Ceza Kanunu’nun değişmesi gerekiyor. Çünkü bunlar orada oldukça, bugün içeride olanlar bırakılabilir ama yarın yeni insanlar aynı kanunlardan dolayı içeriye atılabilir. Belki sonraki işlerden diye düşünülebilir ama Kürtçe eğitiminin verilmesini engelleyen, şekilde idareyi bu kadar merkeziyetçi kılan anayasa maddelerinin de değişmesi gerekir.
Neyin yapılması gerekir konusunda bir bilgi sıkıntımız yok. Niyet sorunumuz var. Önemli olan niyet. Aşağı yukarı 20-30 senedir bu işleri tartışıyoruz. En son 2013-2015 arasında da bu işler tartışıldı. Nelerin yapılması gerektiğine dair bir liste çıkarmak 10-15 dakikalık iş. Yeter ki niyet olsun.
MA / Melik Varol - Mehmet Aslan